Gönlün kapısı kimlere açılır, ne zaman açılır?
Gönlüme misafir alıyorum. Kapılarını açıp içeri buyur ediyorum geleni… Şimdiye kadar kapalı olan kapıları, kapı önünden gelip geçenleri, belki o kapının tokmağına bile dokunmadan içeride olduğunu düşünenlerin ve düşündüklerimin aksine, belki de ömrümde ilk defa açıyorum kapılarımı. Kendi kokusu, kendine has ışığı olan, sanki eski bir tarihten bugüne kadar korunmuş bir oda gibi. Ayakkabılarını, alelade tavırlarını, gerçekliği olmayan sözlerini, samimiyeti ve dürüstlüğü olmayan dillerini kapı önünde çıkarıp öyle girsinler içeri. Aksi de mümkün değil ya! Çünkü o kapı, meğer hep bu süzgeçten geçmediği için gelenler açmazmış o kilitlerini. Buyur etmezliğinin sebebi, kendini bilmesiymiş. Kendini “ben” dediğim hazır olana kadar saklamasıymış meğer, hem kendimden, hem de kapı önünde bekleyenlerden.
O gönlün kapısı adap bilmeyene, saygı göstermeyene, aslında görmek için çaba sarf etmeyene açılmazmış meğer. Sebat edip bekleyene, kendini uçuşan huzurunun içinde safça dalgalandırana sessizce, usulca açılıverirmiş. Gönlün kapısı, aslında hep “anahtarı elinde tutanı” değil, edep ile davranmayı öğrenen “ben” dediğini beklermiş. O “ben” dediğinin kıymet bilmeye başlamasını, eline verilen hazineyi kullanma becerisini edinmesini beklermiş.
Kapı önündeki Kaf Dağı prensleri değilmiş konu, misafir edebilen, ev sahibi olabilen olmakmış. Her kapıdan girene evin tapusunu veren velet için açılmazmış sırlı oda. Her giden misafirle evini terk eden ergen için de. Evinin neresi olduğunu anladığında açılırmış kapılar.
Evim burası. Başka gidilecek yer aramam ait olmak için. Başka bir gerçeklik yaratmaya çalışmam artık sevmek için, sevilmek için.
Ancak içeri buyur ederim gönlü olanı, gönlü saf saygıda, hürmette olanı. Buyur edildiği için mutlu olanı, bunu kıymetli göreni…
Çünkü gönül kapısı, kişinin kendisine bile, kendi ev sahibine bile ancak hürmette açarmış kendini. Bir gül gibi, yaprak yaprak okunacak bir kitap gibi.
Şimdi buradan bakmak hayata ve buraya buyur ettiklerinden görecekleri ile yazılacak kitabının satırları. Sevmeyi deneyimleyecek “ben” dediğim. Sevgiyi anlayacak “ben” dediğim. Her şeyi birbirinden ayıracak, sapla samanı, aşkla seksi, dostlukla arkadaşlığı, yoldaşlıkla tanışlığı daha derinden, daha saf olandan ayıracak.
Oldurmaya çalıştıkları “ben” dediğimin, vicdan dediği “korkaklıkları”, yakınlık dediği “sıklık” yine yer değiştirecek. Yeniden yazılacak tüm hikaye, yine değişecek tüm “doğrular”, tüm “doğru” denilip rafa kaldırılmış olanlar. Yeniden ve yeniden… İçeriden içeriye bir genişleme bu, 3 oda sandığın evinin bir anda 5 oda olması ve sonra belki 8 oda olması ve gittikçe büyüyen evinde her odanın keşfiyle her şeyi, tüm yerleşimi tekrar değiştirmek. Evinin iç mimarı olmak, evinin sahibi ve yaşayanı olmak… Bir şükür, bin şükür açılana, açılacak olana…
Dergah kapısında bekleyen derviş gibiymişim, ayakkabıları günlerce beklemenin sonucunda ya içeri ya da dışarı dönecek olan, bir kez daha… Ya yol verilecek bir sonraki bahara kadar ya da buyur edilecek…
Anladım ki dergah gönülmüş meğer, dergahın eğitimi, gönlün içinde çıplak ayak dolaşma eğitimiymiş. Varoluşunu açtıysan zarafete, sebatla eskitti isen kapı önlerini, gönül-dergah seni eğitirmiş. Hizmeti, sevgiyle harmanlanmış yaşamı öğretirmiş.
Kapısı önünde hep dışarı yönlendirilmiş ayakkabılarım, bugün içeri bakıyor.
Gönül dergahının kapısı, içerinin misk ve gül kokusuyla açılıyor.
Boynumu eğer, sessiz bir adım atarım içeri, elim göğsümde geleni buyur eder, belki bazı ayakkabıların yönünü de dışarı çeviririm…