Aşk yolcusu olmak için: Kendini olduğun gibi sevebilir misin?
Her insan kendi cehennemini yaratır ve ona aşık olur. O ızdırabın içinde kalması mümkün olsun diye, sevgi tanımını değiştirir. Artık aşkın adı onun için “bağımlılıktır.”
Bağımlı olduğuna, açlıkla, iç yoksunluğuyla bağlandığına “aşk” der. Oysa o aşktan ziyade, cehennemin parlak kırmızı alevidir. Bir doyma ve içindeki boşluğu umutsuzca doldurma hırsıdır.
Aşk, bağımsızdır. Kişilerden, durumlardan bağımsız olandır. Her şeyin arasında akan tanımsız şekilsiz, hiçbir yere çekemeyeceğin, bir amaca araç edemeyeceğindir. Aşk, senden ve her şeyden bağımsız var olandır. Özgürdür, hürdür.
Kendi cehennemi içinde kavrulanlar, aşk ile başa çıkamazlar. Onu bir duruma kişiye bağlama, bir şeylerden, dışarıdan alma hevesindedirler. Yani, aşkı surette arayan ve sonsuz dehlizin kapağını açmış olanlardır.
Özgür bir zihne ulaşmadan, gerçek bir kabule yaklaşmadan “gerçek aşk”a dokunamazsın.
Çünkü ancak özgür bir zihin, şekilsiz bir gerçekliğin varlığına ikna olur.
Kalıplara, travmalara, kimliklere, ajandalara bağlı ve bu saydıklarımızın yönetimindeki bir zihin, aşkı bir şekle sokmaya, tanımlamaya, ona hükmetmeye ihtiyaç duyar. Onu olduğu gibi görmeyi beceremez. Kendi filtrelerinden geçirerek manipüle eder. Bu manipülasyon genellikle, kişilere, durumlara atfedilir.
O kişinin aşkı sana verdiğini düşünürsün. O ortamlarda, o çevrede aşkı yaşayabildiğini düşünürsün. Senin için mümkün kılanların dışarıda olduğuna inanırsın ve tam da bu yüzden ıskalarsın!
Aşk, ızdırap değil, bir varoluş şeklidir.
Her şeyden ve herkesten bağımsız.
Aynı senin gibi…
Sen, her şeyden ve herkesten bağımsız olduğunda, aşk olursun. Şekilsiz, tahmin edilemez, yönetilip manipüle edilemez, koşullardan bağımsız “sen” olursun.
Varlığın başkalarının duygu ve düşüncelerine bağlı değildir artık, sadece varsındır. Bunun bir sıfatı yoktur ve veya sonsuz sıfatların hepsini aynı anda içinde barındırır.
Ayırmadan, ayrıştırmadan.
Kendi cehennemini tanımlamak, onu görünür kılmak, genellikle “utanç” hissi ile gelir. Orada nasıl kullanacağını bilemediğin bir sürü aracın vardır. Öfken vardır, kırılganlığın vardır, sevgin vardır, acın vardır… ve bunların görünür olmasından duyduğun korku, endişe seni daha çok bağımlı yapar kendi cehennemine.
Aman dışarı çıkmasın da, varsın yansın dersin. Dışarı çıkmamış hallerin için duyduğun kişisel yargın içindeki utancı tetikler. Nerelere saklanacağını bilemezsin… Bu sebeple de hiç açmazsın o cehennemin kapağını, ta ki dayanılmaz hale gelene kadar, kendi basıncından kendini patlatana kadar.
Soru şu: Gerek var mı canını yakmaya? Paramparça olana kadar kendini sıkıştırmaya?
Ve inançlar, ve akıl… Bu patlama durumunu da kendinden başka bir güce ithaf eder. Bazen tanrıya, bazen karşındaki varlığa, bazen bilinmez kadere… Yine, senden kaynaklı değildir, yine dış bir zihinden, kaynaktan almışsındır yardımını, cezanı, hesabını…
Oysa hürriyet, sorumlulukla gelir. Sen kendi cehennemini görmezden geliyorsan onu dönüştürmeye bilinçli olarak çalışmıyorsan yaşamının sorumluluğunu almıyorsun demektir. Senin olanı sahipleniyorsun demektir.
Kendi çocuğunu, doğurduğun, doğmasına vesile olduğun varlığı ayrıştırabilir misin? Onun bazı özelliklerini ve hallerini yok sayabilir, bir ağaç gibi budayabilir misin? Onda “sevmediğin” haller var diye onu bir odaya kapatıp sonsuza kadar saklayabilir misin? Onu tutsak eder misin? Onu sevmekten vazgeçer misin?
Ne olursa olsun sevmeyi, kabul etmeyi öğretir çocuklarımız bizlere. Bütün olarak görebilmeyi ve o bütünü nasıl dengeleyebileceğini… Şekilsizliği kabul etmeyi…
Kendine de aynısı yapabilir misin?
Olduğu gibi sevebilir misin? Olduğu gibi kabul edebilir misin? Utancı kenara bırakarak, olduğu şeyi yaşamasına izin verir misin?
Cevabın evet ise, aşk yolcusu olursun arkadaşım. Aşkın kendisi olmaya niyet etmiş “insan” varlığı olursun.
Bunun için şarta, kıyasa, şekle ihtiyaç duymayan, kendi gibi varolma cesareti göstermiş akan suyun içinde balık olursun. Hem gidersin, hem akarsın. Yolundasındır. Sensindir. Kendi yolunun rotasında, kendi yaşamının coşkusundasındır.
Bağımsız ve hür.