yandex watch
Başkalarına Verdiğiniz Gücü Geri Alın;Merkezlenme Sanatı

Başkalarına Verdiğiniz Gücü Geri Alın;Merkezlenme Sanatı


Garip bir hastalık bu, bir çeşit adı konmamış virüs. Bir kurtarıcı, bir yol gösterici arayan halimizin yarattığı bir hükümdarlık hali. Gücü başkalarına verme! Sahip olduğun değerleri onlardan sebep sayma, varoluşunun iplerini başkalarının ellerine teslim etme!

İş yerlerimizde, sosyal ilişkilerimizde, özel ilişkilerimizde kurduğumuz hiyerarşik sistem ne kadar olgun? (Akılcı demiyorum!) Karşımızdaki durum ve kişiler ile olan ilişkilerimizi yöneten duygu nedir? Son zamanlarda hem kendimde, hem de etrafımda gözlemlediğim bir durumdan bahsediyorum. Şimdiye kadar gücümüzü bir şekilde verdiğimiz ve yaşattığımız hiyerarşinin dışında davranma hali, yanında birçok tehdit unsuru ile çıkageliyor karşımıza.

“Sistemin karşısında durmak” diyeceğim sadece aksini vurgulamak için ama söylemek istediğim şey bir şeyin karşısında durma hali değil! Söylemek istediğim kendi merkezinde durma hali.

Bu duruş, bazı otoritelerin karşısına, bazılarının sağ çaprazına, bazılarının da yanına denk gelebilir ve bu bir kısım için tatsız ve/veya düşündürücü tecrübelere yol açabilirken, diğer kısım için bir seçilmişlik, zafer hissi yaratabilir.

Oysa olan, dışarıdaki tepkilerden bağımsız olarak, kendi merkezkaçının içinde durma halidir. Kendi akımına kapılma ve buna olur verme halidir. Olur verme hali diyorum basitçe, kolay mı? Hayır değil.

Dışarıyı beslemeye alışmış bünyemiz, çözümü ve çareyi Kafdağı’nın büyücüsünde bulacağına inanan hallerimiz, etik kurallar olarak kabul ettiğimiz ve yaşattığımız sistem bilincimiz ve “ben” tanımımız bizleri kendi merkezkaçımızdan fırlatmak için sürekli atakta beklemektedir.

Durum şu; bu oyunu artık biliyoruz… Oynamaktan sıkılmadık mı?

Korku, yetersizlik, güven ihtiyaçları ile sınanmaktan sıkılmadık mı, sürünün dışında kalma tehditlerinden?Bu dönem, neyi neden yaptığını, şimdiye kadar hangi motivasyonla hareket ettiğini görmek, tüm katmanları ile değerlendirmek ve açığa çıkarmak için destekleniyor.

Romantik hikayelerden bahsetmiyorum, birçoğumuz için illüzyon çok sağlam çalıştı. Zorlanmalar, terk edişler, aydınlanmalar, fark edişler, gücü geri almalar ve bırakmalar… Söke söke! Bazen can yakıcı, bazen iç rahatlatıcı. Ama her şekilde bilmediğimiz bir duygunun tadıyla.

Evet zor, ama neredeyse bitti. Her şey ayıklanıyor, içindeki varoluş ışığı kendini gösteriyor.

Burada bir meydan okuma yok, burada teslimiyet ve sözsüzlük var. Çünkü her söz, her bir akla uydurma çabası, merkezinden uzaklara fırlatıyor seni.

Bu noktada sadece sen varsın, senin hissin, senin yaşamın, senin gerçekliğin. Başka hiçbir şey yok. Ve bir sır vereyim mi? Bundan daha önemli olan da birşey yok!

Bir anlığına düşünelim: Bunun, yani kendi hissimizin, isteğimizin önüne neyi ve neleri koymuşuz veya koyuyoruz?

Kendi gerçekliğinin “gerçekliğine!” inanmaktan seni alıkoyan nedir? Kendi gerçekliğini bırakıp, seni başka birinin veya birilerinin gerçekliğine dahil olmaya iten duygu, inanç nedir? Seni, kendi gerçekliğinin değersizliğine ve “gerçek olmadığına” inandıran nedir?

Dolayısı ile, başkalarının, güçlü, aydın, başarılı dediğimiz veya “denilen”, halihazırda kabul görmüş olanın peşinden gidiyoruz. Sonra özgür iradeden bahsetmemiz ne manidar!

Özgürlük nedir?

Özgürlük kavramını tekrar düşünmekte fayda var. Özgürlük birilerinin çizdiği sınırları kırmak mıdır, yoksa çizilmiş olanlardan bağımsız hareket etmek midir çizilmişi kerteriz almadan..?

Bir şeyi kırmak demek, onun varlığına ve gücüne onay vermektir.

Yazının başında da söylemeye çalıştığım gibi, bir şeye karşı koymak veya savaşmak, yok saymak; daha açık bir ifadeyle otorite olanı kerteriz alarak hareket etmek, özgür davranış modeli değildir; tepkidir.

Kendiliğinden oluşmaktan bahsediyorum ben, tezahür etmekten, eşsizlikten! Kendi kendinin, “kendine” onay vermesinden. Onay alınabilecek bir mertebenin olmamasından, bağımsızlıktan. Üzerinizde kimsenin söz sahibi olmayışından.

Burada anlatmak istediğim “kimse” içimizdeki sesler çoğunlukla. Daha önceden bilip öğrendiklerimiz, varsayımlarımız, öğrenilmiş çaresizliklerimiz. Topluluğun parçası olma hissinin getirdiği suni sorumluluk duygusu. Topluluk bir gerçeklik gibi görünse de, bir yanılsamadır, birliktir gerçek olan ve birlik “yan yana” gelme hali değildir. Ufak gibi görünen ama tüm resmi değiştiren detaylardan bahsediyorum.

Yan yana durma halinin getirdiği kuralları, birliğin bir parçası olmak gibi algıladığımızda, kendi bireyselliğimizi ve dışa vuruşumuzu yargılar, ortalamanın ayarına çekme çabasına gireriz. Dolayısı ile kararlarımıza, hatta istediğimiz ve istememiz “gerekenlere” bu doğrultuda karar veririz. Çünkü topluluğun belirlediği bir “doğru” var.

Aslında o, topluluğun belirlediği “doğru” değil; o, birinin doğru diye ortaya atıp savunduğu, kendine inanmayanların da destekleriyle büyüttüğü, can bulmuş, kan bulmuş bir fikirdir sadece. 6 milyar farklı doğru olabilir!

Bağımsızlık zor zanaat anlayacağınız ve zaten bildiğiniz üzere.

İşte bu yüzden, peşinden gidilecek gurulara (sarkazm yapıyorum) ihtiyacımız oluyor hepimizin. Birisinin elinde bayrak yürüyeceği, bizim de Japon turistler gibi şaşkınlıkla arkasından gideceğimiz… Enerjimiz ve gücümüz ile ne yapacağımızı bilmediğimizden, elimizdeki avucumuzdakileri ayaklarına döktüğümüz, yetmiyormuş gibi korktuğumuz!

Kendi yarattıklarımızdan, kendi var ettiklerimizden korkar hale geliyoruz, esiri haline geliyoruz. Lütfen bakın, sizi kendine nasıl bağlıyor durumlar, sistem, kişiler? Hangi duygular, korku ve yargılar ile veriyorsunuz gücünüzü? Hamurunuza bu duygu ne zaman karılmış?

Emin olun ki, bir kere görünce, kopuyor bütün ipler. Savaşacak, meydan okuyacak kimse yok. Tek yapmamız gereken bazı soruları dürüstçe cevaplamak ve kendimizde kalmak. Kendi dünyamızın tezahür etmesine izin vermek, gerçekliğimizin görünür olmasına müsaade etmek.

Kuralları baştan yazalım mı? En çok ne yapmayı seviyorsun?

En sevdiğinizle başlasın ve devam etsin haftanız,

Sevgiyle…

Yorum Yap