Eve, yuvaya, sığınağımıza dua
Güzel evim.
Kor ateşler üzerine kuruyan kabuğum. Onun da üzerine yeşeren umutlarım. Güzel evim, zihnimin ötesinde buluttan düşlerim… Yağmur olup indiğinde kabuğuma, varlığımı, düşlerimi gerçekleştiren, yeşertip büyüten bilgeliğim. Hem dünyam hem de bedenim, benim güzel evim!
Kendi kabuğuma bakmaktan kör olmuş gözlerim varlığının bütünlüğünü ne çabuk unuttu.
Ateşini yakanında, soğutup kabuk bağlayanın da, ilham edip umutlananın, üzerine hayallerinden can verenin de kendim olduğunu.
Bütün dediğimin soluduğum atmosferin ötesinden de öte olduğunu, ne çabuk unuttu.
Kabuğumun altındaki hazineyi kimyasal tepkime diyerek hiçleştirdiğim günden beri, ötenin ötesinden gelen müziği duymaz oldum. Her bir zerrenin, her bir damlanın fısıltısını işitmez oldum.
Yalnızlık dediğimi bedenle doyurmaya başladığım andan beri, onun “özlediğimi aratan ses” olduğunu unuttuğum günden beri, bir cücenin hayaline hapsoldum. Onun kısır bedeninde dolandım durdum, yıllar, yüzyıllar, çağlar devindim de… yine de anlamadım.
Yalnızlığın, ötenin ötesine giden yola çağrı olduğunu göremedim.
Yakarışımın sebebini duyamadım.
Güzel evim, hep bildiğim ama hiç şekillendiremediğim. Şekli hep gözlerle aradığım ve fakat gözün görmediğinde, görüşün ötesinde, ötenin ötesinde hissettiğim.
Gün geldi, güneş geldi. Işıkları karnımın kabuklarından içeri sızıp kabuğumu hiç etti. Parça parça dağılıp kül oldu, toz oldu, duman oldu.
Gün geldi. Şeffaf taşlar üzerinde duran ayaklarım incecik köklerini derinlere saldı. Işığın yedi rengini beden evimden yansıttı. Yalnızlığımı yalınlığa çevirdi. Arayışımı olmaya devirdi. Gün geldi, güneş geldi. Güneş dışarıdan içeriye indi, kendini renklere böldü ve güneş, içeriden dışarıya çıkıp renkleri bütünledi, bir tek sonsuz beyaz oldu, nur oldu, nurun nuru oldu.
Güzel evim, cücenin bedeninden renkler kulesine, oradan da ötenin ötesine genişledi. Ev benim. Ev her yer.
Her an burada, eve dönen değil, evi inşa edenlerde. Evi öteden beriye, beriden öteye taşıyanlarda.
Benim!
Şimdi ve sonra, önce ve her zaman.