Maskeleri Bir Kenara Kaldır: Gerçekte Kimsin Sen?
Binlerce kimlik geliştirmişiz bu yaşlarımıza gelene kadar. Ailemizle olan ilişkimizden başlayarak dış dünyadan sevgi ihtiyacımızı karşılamak için, dünya malzemelerini kullanmayı ve bunlarda ustalaşmayı öğrenmişiz.
Açken ağlayan bebek halimiz, biraz daha büyüdüğünde ailenin rızası dışındaki istekleri için de ağlama eylemini sürdürmüş ve isteğini elde etmiş. Bu durumun farkına varan çocuk, gün geçtikçe ağlama eyleminin şiddetini başka isteklerin büyüklüğüne orantılı olarak artırmış. Gün gelip artık ağlamak yaşına, cüssesine, uymamaya başlayınca, ağlama eylemi yerine geçebilecek başka davranışlar geliştirmiş. Karşılığında ağlamış kadar etki yaratabilecek eylemler. Hastalanmak, kendini yaralamak, mutsuz görünmek, şımarmak gibi…
Bu eylemler ne zaman hükmünü yitirmeye başlasa, bir şekilde dönüşüme uğrayıp bir üst versiyonuna taşınmış.
Geçen süreçte, ağlayarak isteklerini olduran kişi, artık erişkin bir yaşa geldiğinde, gerçekleştirme aracının altyapısında ağlamak olduğunu kendi bile fark edemez duruma gelmiş.
Bir yerden sonra başı sonuna geçmiş durumun, istemsiz ağlamaya başlamış varlığı bir şeye ihtiyaç duyduğunda…
İzledikçe halini, acımaya başlamış kendine, artık olan, dünyanın ona karşı aldığı haksız tavırmış. Yaşamdaki en bahtsız kişi oluşuymuş. Elinden geleni yapan, her şeyin en iyisi için kendini paramparça eden, ama hiç bir şekilde istekleri tam olarak karşılanmayan zavallı, mağdur, aslında iyi kalbi hiç görülmeyen biriymiş.
Oyunlarımız, oyunlarımız.
Bazılarımız, çocuklukta yaşadığımız görünmezlik hissinin peşinde; dünyanın en hırslı ve her şeyi başarmak zorunda hissedeni, tüm ailesi tarafından takdir göremeyip, değeri anlaşılamamış olan olmayı; bazılarımız, içten içe herkesten çocukluğundaki sevgisizliğin öcünü almak için; gizlenerek yürümeyi, kendini ve başkalarını cezalandırmayı ve kimselere güvenmeyip yalnız kalmayı tercih ederiz.
Kimilerimiz, ailenin büyüklerinden rollerini çalıp, tüm dünyanın annesi babası olmayı seçer ve bu yükün altında bir yandan ezilir bir yandan böbürlenir de böbürleniriz.
Sürekli yeni oyun alanları kurarız kendimize, altta yatan yaranın üzerini kapatmak için. İnsanların işine burnumuzu sokar, adına fedakarlık der, kendimizi değersizliğimize bir kez daha ikna ederiz. Önümüze geleni eleştirir, yargılar, kendi yalnızlığımızı baki kılarız. Düşüncelerimizi söylemekten kaçınır, adına anlayış, olgunluk der, korkaklığımız ve güvensizliğimizi hasır altı beslemeye devam ederiz.
Kıyısından köşesinden, tanıdık geldi mi ?
Belki de binlerce küçük oyunumuz var böyle böyle. Yaşadığımız kalp kırıklıkları ya da elde etmek istediklerimiz için yarattığımız kısa yollar, bizlere büyüdüğümüzde kimlikler, maskeler olarak geri dönüyorlar. Öyle güzel maskeler ki bunlar, ardına kırılganlığımızı, güvensizliğimizi, sevgimizi ya da sevgisizliğimizi, yalnızlığımızı saklıyor ve hatta sakladığımızı bile unutarak o gülen/ağlayan suratları kendimiz sanıyoruz. Ve başlıyoruz yargılamaya. Hem kendimizi, hem karşımızdakileri.
Bütün farkındalık çalışmalarında söylendiği gibi “yargıyı bırakın.” Peki nasıl?
Baştan sona yargı olmuş bir benlik, baştan sona kendini görmeye karşı zırhlanmış, tüm kolluk kuvvetlerini yanına almış dirençteki ego ile yargıyı nasıl bırakalım?
İlk başta bahsettiğim, ağlayan çocuğa giderek. O çocuğun, isteklerini nasıl karşıladığını, şimdi tüm istekleri karşısındaki tavrını gözlemleyerek.
Buradaki direncin en büyük sebebi, kendini kimlikleri sanan, mağdur olduğuna, haksızlığa uğradığına, olgun ve mağrur olduğuna, başarılı olduğuna inanmış kişinin elinde avucunda bunlardan başka hiçbir şeyinin olmadığını sanmasıdır.
Yalnızlığını bırakırsa, geriye kalan ile ne yapacağını bilemeyişindedir kaygısı. Ağlayarak alamazsa isteklerini, düz bir yolla nasıl elde edeceği hakkında bir fikri olmayışındandır.
İşte tam o noktada aslında fiilen, çocukluğuna geri dönersin.
Her şeyi yeniden öğrenmeye var mısın? Hikayeyi yeniden yazmaya, bildiğin tüm geçmişi değiştirip, yeni bir hayat tasarlamaya? Önce, maskelerimizin altındaki gizli amaçları göreceğiz. Sonra onlarsız da yaşayabileceğimizi.
Her birimiz, kallavi yaşam ustalarıyız. Her durum ve şarta uygun kimlikleri ve çözümleri olan. Sorun, bunları fazla ciddiye alıp negatif ya da pozitif olarak yargılamamızda.
Oysa her biri, sabah evden çıkmadan üzerimize geçirdiğimiz gömlekler gibi, istediğimiz zaman çıkarıp yenisini giyebileceğimiz türden.
Tek kural var, onların sadece birer gömlek olduğunu unutmamak. Asıl uyku, kendini gömlek sanmakta. Sen gömlek değil, gardırobun sahibi olansın. Böyle bakıldığında, kimlikler kurtulunması gereken şeyler değil, yeri geldiğinde şıklık yaratan giysilerden başka şeyler olmuyorlar.
Kimliklerimizi kendimizden ayırdığımızda, onları kullanmakta zaten ustalaşmış olan bilinç, baloya giderken mayo değil, allı pullusunu, ceketini kravatını giyiyor. Her şey yerli yerinde olduğunda, yaşam oyunu dürüst sade ve akıcı bir masala dönüşüyor.
Yaşam hepimize masal olsun…