yandex watch
Onlar da Kendilerini Sevebilsinler Diye

Onlar da Kendilerini Sevebilsinler Diye


Anneler Günü dolayısıyla bir çok anne fotoğrafı ve bir sürü videonun yanında, ciğerimi ezen reklamlar izledim. Vicdan azabı… Suçluluk… Geç kalmışlık, korku, sevgi hepsi bir arada aktı durdu tüm sosyal medyada. Sonra Evrencan Gündüz’ün videosu geldi karşıma, annesi “Çocuklarınızı çok sevin” dedi…

Orada takılı kaldım.

Büyük bir ormanın içinde yürüyordum. Hayatımda hiç o kadar yeşil tonunu bir arada görmemiştim. Mis gibi toprak kokusu içinde ağır ağır düşüyordu adımlarım yere, yumuşak…

Her şeye daha bir dikkatli bakıyordu gözlerim, her duyum olduğundan çok daha hassastı.

Tüm kokuları birbirinden ayırabiliyor, yeşilin her tonunu gözlemliyor, bedenime yaklaşan her bir dalın, farklı dokunuşlarını hissedebiliyordum.

Yaşamın oluk oluk içime aktığı anlardan biri…

Biraz ilerledikten sonra ormanda, minik, minicik yapraklar gördüm bir ağacın filizinde. O kadar tatlılardı ki, üzerinde turuncu damarları ile. Gözlerim yaşardı güzelliğine.

Parmağımı uzattım narince dokundum yaprağın tenine, hafifçe boynunu eğdi, sanki minik bir bebeğin uykudaki boynu gibi dirençsiz ve saf…

Ah ne güzelsin, ne miniciksin.

Bu koca gövdeli ağacın biricik bebeğisin.

Kırılgan, savunmasız, taptaze ve masum…

Her şeyin küçüğü ne de çok seviliyor.

İçim genişledi duyduğum sevgiden,

Dibine oturdum ağacın ve sırtımı yasladım kaba kabuklu gövdesine.

Avucumun içine aldım çenemi ve dirseğimi bacağıma yaslayıp kapattım gözlerimi.

Küçük bir ses duydum çok içerilerde, bedenimin en derinlerinden cılızca yükselen.

Dinle…

Dinliyorum dedim.

“Ellerinle dinle” dedi

Avucumun içindeki yüzüm yavaş yavaş gevşedi ve sakinleşti. Tüm yüz kaslarım kendini bıraktı.

Sanki yavaş yavaş kafatasım, tüm boynum şekil değiştiriyordu.

Bir zaman sonra avucumdan taşan kafam, minicik bir bebek kafası olmuş, tüm kemiklerim ince birer kıkırdak, yanaklarım dolgunlaşmış ve yumuşamış, avucumun ortasına sığıvermişti.

Küçük uykulu mis gibi kokan, ipeksi teniyle bir bebek kafası…

“Sen de küçücüktün bir zamanlar, sevilmemen imkansız” dedi cılız ses.

Gözlerimden dirençsiz bir yaş süzüldü…

Ben de bebektim bir zamanlar, minicik ve masum.

Dünyaya gelir gelmez bir kadının kucağına verildim, daha o gün aldığım kokusunu ölene kadar hafızamda taşıyacağım bir kadının. Hayata gözlerimi açar açmaz mis kokulu, kocaman gözlü bir kadına aşık oldum. O kucakta ağladım, o kucakta güldüm. O kucakta büyüdüm, yeşerdim, boy attım, serpildim ben. Aynı, kaba kabuklu gövdede yeşeren minik filiz gibi. Ve aynı insanoğlu gibi toprağın üzerinde yaşayan, yeşeren ve çoğalan. Doğduğumuz ve öldüğümüz yer, yediğimiz içtiğimiz ve gömüldüğümüz yer, ondan çıkıp ona döndüğümüz. Yeryüzünün, toprak ananın çocuklarıyız, yargılanmayan, cezalandırılmayan, ne yaparsak yapalım beslenip büyütülen, sevilen ve her zaman kucaklanan. Katil de olsan, tecavüzcü de, inanan da olsan, kafir de, iyi de olsan, kötü de… Toprak zamanı geldiğinde yine herkesi aldığı gibi koynuna alıverir seni de.

Ayırır mı hiç diğerinden, gömüleni dışarı attığını gören olmuş mu şu yeryüzünde…

Her yaprak düştüğünde, her bir hayvan öldüğünde, her bir insan göçtüğünde o huzurlu kapısını açar toprak, kalbinin tam ortasını. Orada sana ağıt yakar belki içi, ama diğer tarafta tohumları filizlendirir, yaşamı devam ettirir coşkuyla. İkisini aynı anda, aynı gövdede taşır, hem nezaketle hem de büyük bir kudretle. Her şeyi aynı anda kucaklar, hem kutlar hem yanar. Bunca hoşgörünün içinde, bir bizler affedemeyiz, sevemeyiz kendimizi. Hiçbir neden yokken, olmaktan başka olacağımız şey yokken…

Annelerimiz, babalarımız da bebekti, mis kokulu minik parmaklı, kendi annelerinin kucaklarında serpilen… Ve onların anneleri de ve onların da anneleri… Ta ki Havva’ya kadar söylenen.

Ve belki Havva da… Toprağın minik elli bebeğiydi.

Hiçbirimiz ama hiçbirimiz mükemmel olamadık; annelerimiz ve babalarımız gibi, onların istedikleri kadar iyi, onları kurtaracak kadar güçlü. Ve bu yüzden çok kızdık kendimize, günden güne evrildi bu kızgınlık ve buna sebep olana kızdık. Bizi yaşama misafir edenlerin bizzat kendisine, bazen tanrıya… Onların eksikliklerini aradık kendimize olan kızgınlığın sakinleşmesi için, bulduğumuz her sebeple onları suçlamakta hak gördük kendimizde. Büyüttük de büyüttük içimizdekini.

Bazılarımız kendi çocuklarıyla affettiler ebeveynlerini, bazılarımız yaşama duyduğu aşkla, bazılarımız hala yanan bir kor gibi taşıyor içinde.

Çocuk ne ister?

Sev ister…

Sevgiyi alamadığını hissettiğinde, isyana boğulur benliği. Güçsüzleşir, yetersizleşir, korkaklaşır, yalnızlaşır, kabuğu kalınlaşır.

Çocuğunuzu çok sevin, doğurmadıklarınızı da. Her gün kucakladığınız, bir zamanlar çocuk olanı da çok sevin. Öyle çok sevin ki;

Hata yapın önünde ve taşıyın hatanızı onurlu bir insan gibi,

Üzüntünüzden kendinizi paralayın ve iki dakika sonra kahkahalara gömülün, gösterin sürekli değişen ruh dansınızı,

Öyle çok sevin ki, korkularınızı kendinize saklayın,

Öyle çok sevin ki, onun hayatını kendi hayatınızdan ayırın,

Öyle çok sevin ki, ne olursa olsun orada durun, doğruda da yanlışta da,

Mükemmellik beklentisizliğinizden, eksikliklerinizle bütün olan halinizden gelsin.

Tüm zayıflığınızı gösterin ki, düştüğünde yetersiz görmesin kendisini.

Çocuklar anne babalarını koşulsuz sever, onların ilk tanrıları yaşamı hediye edenlerdir.

Çocuklarınızı, oldukları halleriyle, değiştirmeden, düzeltmeden, yargılamadan, övgülerle abartmadan, naifçe, dümdüz çok sevin ki, onlar da kendilerini sevebilsinler aynen sizin onları sevdiğiniz gibi. Ve başkalarını da aynen bu naiflikle kucaklayabilsinler.

Hepimiz birbirimizin, küçükten büyüğe anneleri, babalarıyız ve elbette kendimizin de.

Hepimizin her anı kutlu olsun,

Birbirimizi toprak gibi saracağımız, yeşerteceğimiz günler olsun.

Yorum Yap