Sözsüzlüğün Başladığı Yer:Tüm Yaşanmışlıklarına Rağmen Sevmek
Birini sevmek, yarası beresiyle, tüm yaşanmışlıkları ve bedenindeki tüm izleriyle…
Birini kucaklamak, tüm ağırlığına ve kabul görmemiş hallerinin izlerine rağmen..
Birini kabul etmek, olduğu haliyle gördüğün ve şimdilik göremediklerinle…
Göremediklerin olduğunu bilmene rağmen, sımsıkı sarılmak ve elinden tutup yürümek olana güvenle, bize bizi anlatır mı?
Bir heykeltıraş gibi, önündeki kocaman mermer bloğun içinden ne çıkacağını bilmeden nazikçe bir iki darbeyle biraz yontmak taşını, sonra gördüğün su yolları, mermerin katmanları doğrultusunda darbelerini yönlendirmek…
Eğer üzerine vurursan keskini o su yollarının, parçalara ayrılır o blok mermer tam da su yolunun gösterdiği çizgiden. Nazik ve dikkatli olmak lazım. Bir mermeri şekillendirmek için, önce onun doğasını izlemek ve öğrenmek lazım. En sağlam olduğu yerlerden yontmak, su katmanlarına gelince dikkatli olmak… Kısa ve küçük darbelerle, hem de alışmadığı yerden nazikçe…
Tıpkı bir insanı severken yapmamız gereken gibi, zayıf olduğu noktalarda zarif ve dikkatli olmak… Su yollarını iyi izlemek ve keskimizin yönünü o bölgede iyi seçmek… O su yollarından kim bilir ne acılar, ne anılar, ne insanlar geçti, boşuna aşınmadı, boşuna değişmedi kimyası. Saygı gerekir insanların yara izlerine dokunurken, acımak veya yermek değil, yaşanmışlığın ve evrilmişliğin önünde ufak bir selam sadece.
Heykeltıraşın mermer bloğunu anladığı gibi zamanla, gözlem ve özenle anlarsın karşındakini de. Mermer nasıl anlatırsa içinden çıkacak sanat eserini, insan da anlatır onu nasıl seveceğini. Sana sevmeyi öğretirken, sen de artık utanmaz olursun sevgini göstermekten, hem de çeşit çeşit hallerle, zenginlikle, akışkan bir zarafetle, sonsuz bir senfoniyle…
Tüm hoyratlığımız ifade edemediğimiz sevgimizden, duyduğumuz utançtan değil midir? Kaba bir elin sanat eseri çıkarması ne mümkün? Özensiz bir gözün, ince yolları görmesi… Kırılganlığı reddetmiş bir kalbin, yontularak gelmiş bir ruhu sevmesi, kendi evrimine izin vermesi ne mümkün?
Yargılamak ve ötekileştirmek, acımak ve güçsüz görmek daha yontulmamış benliğin belirtileri değil midir? Usta bir heykeltıraş, bir mermerin önüne geçtiğinde; usta bir ressam, beyaz bir tuvalin önüne geldiğinde en tedirgin anlarını yaşarlar. Bilinmez ve kendi halinde, halihazırda çok güzel bir şeyle karşı karşıyadırlar. Bembeyaz bir tuval ile… Lekesiz ve pürüzsüz. Çatlaksız, kendine has amorf doğal bir taş ile.
Ona yapacakları her bir darbe, ister fırça ile, ister keski ile, kendilerinden bir parçayı karşısına geçirmek olacaktır, değiştirmek ve dönüştürmek… Bu ikili bir ilişkidir, mermere nasıl davranırsan o da sana öyle cevap verecektir. Özenle vurursan keski darbelerini, o da sana kendi çatlaklarını, renklerini gösterecektir gizli köşelerindeki. Daha da nazik davranırsan tüm parlaklığı ve pürüzsüzlüğünü verecektir. Hoyrat gelirse darbelerin, tüm emeğini ayaklarının altında anlamsız darmadağın taşlarda göreceksindir.
Dinlemek, karşılıklı hareket etmek zarafet ve özenle, içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye bir ilişkiyi başlatır. İşin sonunda kimin heykel, kimin heykeltıraş olduğu karışır.
Yontan yontulan olur, sevilen seven olur… Ve aşk, ikisinin sözsüz ilişkisinin içinde akıp giden ve dışarıdan şahit olunamayan… Yontan da yontulan da, karşılıklı dansı öğrendiğinde ve buna gönül verdiğinde;
Gözlerinin içine bakıp oradaki savaşçıyı…
Yüzündeki çizgilere, ruhundaki yara izlerine bakıp, neler deneyimleyip de burada şimdi tam karşısında durduğunu…
Acısını ve onurunu…
Kendi kendini nasıl yonttuğunu, hem kaya hem yontan olduğunu…
Halihazırda bir sanat eseri olduğunu…
Sonra büyük bir cesaretle, bir diğerinin önüne oturup, yontulmaya gönüllü oluşunu görür…
Benim için sözsüzlüğün başladığı yerlerden biri… Saygı, özen ve zarafet içimizden hiç eksik olmasın…
Sevgiyle…